Avrupalı Seyyahların Gözüyle Ortadoğu 5.Bölüm

Avrupalı Seyyahların Gözüyle Ortadoğu 5.Bölüm

DİYARBAKIR’IN TASFİRİ[32][32]

27 Haziran: Karşı koyulmasaydı şimdi Diyarbakır’a 3 saatlik bir yolda olacaktık. Bu şehre yalnız gitmek o kadar güvensiz olarak düşünüldü ki iki arabacı yollarına devam etme riskini göze almadan önce tüm gün koruma için ekstra arkadaşlarını beklediler. Dün akşam ki eğlencede bize katılmak için ricada bulundular ve bizde buna seve seve razı olduk.

Porank’dan hep birlikte gün ışığında ayrıldık. Yol şimdi çok güzel ve engebesizdi ve düzlükler üzerinde koşuyorduk.

Bir saatten daha az sürede solumuzda ki güney-batıdan gelen ve kuzey-doğuya akan Tigris’e (Dicle) ulaştık. Nehrin kenarı meyilliydi ve yatağı toprak ve kum karışımıydı. Karşıya geçme yerinin eni 100 fitten fazla değildi ve atlarla sürücüler ıslanmadan geçebilecek kadar engindi. Su gayet berraktı ve hoş bir tada sahipti. Akıntının hızı saatte iki mili geçmezdi.

Nehri geçtik ten sonra mısır tarlası olarak kullanılan açık parlak topraklara geldik. Bunlardan geçerken, yüzlercesinden kara sığırcık kuş sürülerini gördük.

Nehrin güneyini oluşturan engebenin yamacına geldiğimizde Diyarbakır’ı ilk defa gördük. Manzara o kadar ilgi çekiciydi ki daha iyi konsantre olmak için atımın gemini gayrı ihtiyari kontrol ettim ama bu sırada arkadaşlarım dikkat etmeden aceleyle karşıya geçiyorlardı. Burası öncekinden daha derindi ve daha hızlı akıyordu.

Diyarbakır ilk bakışta, surlarla çevrilmiş, dorukları yönetecek şekilde kurulmuş konumundan dolayı güçlü bir savunmaya sahip bir şehir olarak görünüyordu. Şehrin her yeri verimli ve bereketliydi. Doğu kısmı uzaktaki heybetli dağlar, çevreye büyük bir ihtişam ve güzellik veriyordu. Bu arada bahçeler, köprüler ve yazlık evler bu manzaraya yumuşak bir güzellik katıyordu.

Tigris’i ikinci defa geçtikten sonra sağımızda bahçelerin, solumuzda geniş mezarlıkların bulunduğu yoldan Türklerin “Mardin kapısı”, Arapların “Bab el-Mardin” dedikleri kapıya kadar ilerledik. Diyarbakır’da ki tüm binalar siyah mermerden (bazalt) yapılmıştı.

Mardin kapısından Diyarbakır’a girerken Yusuf adında Hıristiyan bir tüccarın şehir merkezindeki evine kadar taşlı caddelerden ve kalabalık pazardan geçtik. Yusuf bizi büyük bir nezaketle karşıladı. Ailenin tüm fertleri “hoş geldin” demek için çağrıldı. Ardından çoğu Hıristiyan olan arkadaşları yakınları bizi görmeğe geldiler. Yusuf’a benim İngiliz olduğumu söylemem, hem onun gururunu okşardı, hem de benim için kârlı bir iş olurdu. Bununla birlikte bu sır hala rehberimden ve beni ziyaret eden diğer Müslümanlardan gizli tutuluyordu. Konuk sever ev sahibimizin etrafında otururken, Tatar Ağasına, Bağdat’a gidecek bir mesajı olup olmadığını veya İstanbul’dan bekledikleri bir mesajı olup olmadığını sormak için bir elçi gönderildi. Yolculuğumuz bu yere gelmesindeki amacı böyle mesajcıları bulmak ve yollarında onlara eşlik etmekti. Bu işler herhangi bir postacı tarafından yapılamazdı. Onların durakladığı büyük kasabalar içinde karargahların olması gerekliydi. Burası yolcuların ihtiyaçlarını karşılamak için yapılmış bir yerdi

Mesajcılar, kuzeye giden bir çok Tatar’ın olduğunu ama Bağdat için hiçbirinin tahsis edilmediğini söylemek için geri döndüğünde büyük bir hayal kırıklığına uğradık. Bununla birlikte bunun, kesin olmadığını da eklediler. Bu yüzden bir-iki gün daha beklememiz önerildi. Bu öneriye uyduk. Günü geçirmek için şehir etrafında bir gezi düzenlemek istedim. Bu amaçla bana Yusuf tarafından sadık ve çevre hakkında oldukça bilgiye sahip bir rehber verildi. Rehberim ayrıca mükemmel Arapça biliyordu. Onunla birlikte şehrin içini gezmeye başladık; camileri pazarları, hamamları gezdik. Dört saten fazla kalabalık caddelerde, dar pasajlarda dolaştık. Merakımı uyandıran yerlerde durduk ve inceleme yaptık ve sonunda bir kaleye geldik. Bu gezintimden aldığım notlara göre aşağıdaki sonuçları çıkarttım:

Diyarbakır şehri, Dicle’nin batı kıyısında bir zirvede yükseliyor ve geniş bazaltik (Siyah mermer) kayaların üzerine kurulmuş. Şehrin şekli hemen hemen yuvarlak ve her tarafı surlarla çevrili.

Şehrin şimdi açık olan 4 kapısı var ve her kapının kendine özgü isimleri var. Güney-batı kapısı “Bab el Mardin” yada “Mardin Kapısı” olarak batı kapısı “Bab el Rum” yada “Rum Kapısı” olarak, kuzey kapısı “Bab el Cebel” yada “Yenghi Kapısı” olarak adlandırılmış. Birinci kapı Mardin’e, ikincisi Anadolu’ya, veya Rumeli’ye, üçüncüsü Ermenistan dağlarına ve dördüncüsü nehire açılıyor. Bahsettiğim son iki kapı arasında uzanan Kale, şehrin kuzey-doğu açısındadır; ve burada kaya tepesine oturtulmuştur ve Tigris’e (Dicle’ye) tepeden bakmaktadır. Şehir duvarları, düzensiz aralıklarda kesikli taşlarla yüksek ve güçlü inşa edilmiş yuvarlak ve kare burçlara sahipti.

Buradan uzaktaki sınırlar, bu şehrin yer aldığı, ülkenin doğasını ifade etmek için oldukça belirgindi. Batıda fazla yüksek olmayan, kuzey-batı ve güney-batı yönlerinde, ilerleyen Karacadağ sıradağları görülüyorlardı. Kuzeyde bütün azametiyle Muş dağları uzanıyordu. Kuzey kuzey-doğuda, tepelerdeki kaynağından kıvrılarak akan Tigriş görülür. Kuzey-doğuda karlarla kaplı Muş dağlarının başka bir parçası görülür. Güney-doğuda geçtiğimiz tepeler ve kıvrık topraklar belirli bir özellik sunmamaktadır ve güney-batıda Urfa’ya açılan düzlük ve Karacadağ dağının bir parçası görülür.

Hükmeden konumundan gayet memnun olan kale şimdi terkedilmiş ve tümüyle harabe olmuş. Merkezin yanında ki platforma çıkarken bile güçlük çektik. Tepesine vardığımızda öyle perişan bir manzarayla karşılaştık ki, bırakılan topların yarısı toprağa gömülmüş ve çevresinde uzun uzun otlar bitmişti. Kalenin şekli hemen hemen yuvarlaktı ve en az 200 metrelik bir alanı kuşatmıştı. Harap alanıyla birlikte halâ bir paşanın mükemmelden çok ferah bir sarayıydı. Bunun yanına geniş ahırlar, açık havada atlar konaklayacağı açık yerler ve binicilerin cirit oynadığı sahalar eklenmişti.

Kalenin geniş kapılarından birinin yanındaki alçak kısımda, farklı kalibrede pirinçten toplar gördük. Bunların en büyüğü 24 kalibrelikti. Bazı parçalarının üzerinde Arap yazısıyla Hicri takvimle 1113, Miladi takvimle 1735 yazılıydı. Ayrıca bazı bombalar ve pirinçten havan topları ile eski, demirden zırh ve silahlar vardı. Fakat silahların hepsi sökülmüştü.

Diyarbakır bu yükseklikten Urfa kadar geniş alanlı görünmüyordu. Urfa’daki binalar beyaz kesik taştan, Diyarbakır’ınki ise volkanik kara taştan yapılmıştı.

Nüfus ülke tarafından aşırı çok gösterilmiş; fakat doğru sayılırsa bugün 50 bin kadar insan yaşadığı görülür. Bunların büyük çoğunluğu asker, devlet memuru ve tüccar olarak Osmanlı Türkleri oluşturmaktadır. Bunun yanı sıra Türklerle yan yana yaşayan Ermeniler de yaklaşık 1000 aileyle nüfusa katılmaktadırlar. Suriye Ortodoks kilisesine bağlı olanlar 400 aileye sahip. Ermeni, Türk ve Arap Hıristiyan topluluğu 500 aile olarak düşünülüyor. Yunanlılar 50 kadar aileyle nüfusun en az kısmını oluşturuyor. Yahudilerin sayısı, Bağdat, Halep ve Konstantinapol’e olan göç yüzünden o kadar azalmış ki geride yalnız 1 düzine ev kalmış.

Kaleden görüldüğü kadarıyla minareleriyle beraber 15 cami var. Bunların dokuzu yuvarlak şaft ve galeriyle Muhammed (İslam) sitilinde, kalan altı tanesi de kare kuleleriyle kiliseden camiye çevrilmiş. Bundan başka yalnız kubbe veya küçük kubbeye sahip beş cami ve belirgin özellikleri olmayan yirmi beş tane ibadet yerleri vardı. Ermeniler biri çok büyük olmak üzere iki kiliseye sahip, Katolikler bir kiliseye sahip, Suriye ve Yunanlılar bir ibadet haneye, Yahudiler ise bir sinagog’a sahip.

Şehirde yirmi hamam var. Bunların başlıcaları Vahap Ağa Hamamı, Paşa Hamamı Çarşı Hamamı, Deve ve Eşek hamamlarıdır. Bunlardan ilk ikisi isimlerini kurucularından almıştır. Üçüncüsü bulunduğu yerden, son ikisi ise ismini özel bir durumdan almıştır. Deva Hamamı oldukça büyük, Eşek hamamı ise tavsiye edilmeyecek kadar ucuz ve küçük, ancak eşek sürücülerinin gidebileceği bir yerdi[33][33].

Bunlardan başka şehirde 15 tane han ve kervansaray vardı. Bunlardan başlıcaları Hasan Paşa Hanı, Çifte Hanı, Yengi Hanı, Hasan Paşa Hanı, Abacı Hanı, Karakaş Hanı, Seyheutty Hanı, Delibaş Hanı, Khalah Hanı, Thabon Hanı ve Arsa Hanıydı. Bunların birincisi hepsinden büyük ve güzeldi. Aşağılarda Mısır çarşısı vardı[34][34].

Çarşı ve pazarları, Türkiye’nin diğer büyük şehirlerinde olduğu gibi düzenli değildi. Dar ve çarpık kurulmuştu. Bununla beraber içinde oldukça güzel ve çeşitli mallar vardı. Şehrin manifaturasını Şam’daki gibi başlıca ipek ve pamuklu mallar oluşturuyordu. Şehirdeki 150 dokuma tezgahı ve 500 pamuk basımcısı Urfa’da tarif edilen şartlarda çalışıyorlardı. Elbiseler Avrupa’dan, cam ise Almanya’dan alınıyordu. Müslim kumaşlar, Kaşmirler, baharatlar ve ilaçlar Bağdat üzerinden Hindistan’dan geliyordu. Fakat çoğu temel ihtiyaçlarını kendileri karşılıyorlardı. Meyveler bol ve ucuzdu. Genel üretim nüfusun çoğuna yetebilecek düzeydeydi[35][35].

Diyarbakır’ın bugünkü valisi olan Kalender Paşa 3 tuğa sahipti ve Babıâline bağlıydı[36][36]. Paşanın şehirdeki gücü söylenenlere göre yarısı Türk süvarisi kalanı da Türk ve Arnavut Yaya’larından oluşan 1000 kadar askerden oluşuyordu. Toprağın uzak kısmında hem Türk hem de Kürt reislerinin gerektiğinde Paşa’nın ordusuna katılacak, bazı imtiyaz ve ayrıcalıklarla geri dönecek orduları vardı[37][37].

Burada ki insanlar, despotluğa aşina olmalarına rağmen Kalender Paşa’nın yönetimini çok sert buluyorlar. Kaleden inerken, kare kulesi olan bir camiyle bitişik olan Kale Hamamı’na girdik. Burada bir insanın ihtiyaçlarını karşılayacak her türlü lüks vardı.

Hamamdan ayrılırken neredeyse gün batıyordu ve kurşun levhasıyla kaplı damı ve güzel kubbesinden dolayı “JamahKirkashoon” veya “Jamah el Russas” (Ulu Camii) olarak anılan camiye gittik. Caminin alanı geniş, ön kısmı büyük ve güzeldi. 8 sütunlu revakla giriliyordu. Yapıdan yükselen kubbe ve minareler büyük bir etki bırakıyordu.

Eve dönerken, bakır cevherini büyük külçeler halinde kesen maden eritme evinde durduk[38][38]. Bize söylenilenlere göre maden cevheri, şehrin kuzey-doğusundaki Maden adlı bir yerden 3 günlük bir yolculukla getiriliyormuş. Eritildikten sonra kervanla Urfa, Musul, Bağdat ve Basra’ya gönderiliyormuş. Bunların yıllık ihraç fiyatlarını ve miktarlarını sormamız onlarda bir şüphe uyandırdığı için tam bir cevap alamadık.

Şehrin hemen hemen tüm binaları Türklerin “Kara Amid” olarak adlandırdıkları siyah taştan yapılmış, Amida eski ismi ve Araplar tarafından yönetilen, Türklerin Amit dedikleri başkent olan bir şehrin isminden gelmiş. TarikhMontekheb (Tarih-i Muhtehab) adlı Arap tarih kitabının yazarı D’Herbelot’a göre bu yer Pers kralı ShahAmurath tarafından yapılmış. Konstantin imparatoru bunu Perslilere karşı sağlamlaştırmış. Daha sonra Tamerlane (Timur Lenk) tarafından yağma edilmiş ve bir kısmı yakılmış. Daha sonra Uzun Hasan ve diğer Pers kralları sırayla buraya hükmetmişler. Osmanlı Türklerinin Sultanı olan Selim, burayı Şah İsmail’den Hicri 921 yılında alarak 12 sancaklı bir beylerbeyi kurmuş[39][39].

Mezopotamya’nın tarihte (M.S. 359) Sapor’lar tarafından işgali ve özellikle Amida’nın kuşatılması “Roma İmparatorluğunun Gerilemesi ve Düşüşü” adlı eserin yazarı tarafından süslü bir dil kullanılarak anlatılmış. Suriye düzlüklerinden Mezopotamya düzlüklerine kadar uzanan bu krallığın askeri ihtişamı ve ilerlemelerini geciktirmek için alınan tedbirler anlatıldıktan sonra Sapor -Nisibis’in gücünü önemsememesine rağmen- Amida duvarlarının altından geçerken varlığının haşmetinin garnizona korku verip vermeyeceğini anlamak için deneme yapmaya karar verdi. Seçilmiş bir alayla yapılan bir atak kuşatan prensin tek oğlunun kalbinden mızrakla vurulduğu genel bir yaylım ateşi ile cevap verildi. Gencin cenaze töreni ülkesindeki dinsel törenlere göre yapıldı. Yaşlı babanın acısı Sapor’unAmida’nın suçlu şehrinin ölüm cezasını vermek ve oğlunun anısını ebedileştirmek için bir cenaze odunları olarak görev yapacağına dair verdiği büyük sözlerle hafifletildi.

Konstantin imparatoru kendi isminin şerefine Amida’ya ekstra yardımlar gönderdi. Bu, askeri makineler ve toplarla sağlandı ve Sapor’un ordusu tarafından kuşatılan yerler, asker göndermek suretiyle kuvvetlendirildi. İnatçı bir savaştan sonra kuşatmacılar geri püskürtüldü ve sürekli olarak hücum için geri dönmelerine rağmen, korkunç bir kıyımla geri püskürtüldüler. Tekrar edilen saldırıların en güçlüsünden birinde Amida, Tigris’in ırmağına asılı kayalıklarla gizlenmiş bir merdivenin yerini barbarlara gösteren bir kaçağın hainliğine uğradı. Sapor, güç ve savaş hilesiyle yeniden yavaş ama daha etkili operasyonlar düzenledi fakat her seferinde Amida savunuldu ve Sapor’un ordusu Romalıların ateşi tarafından harap edildi. Bununla birlikte kuşatılan şehrin kaynakları tükendi. Persler kayıplarını tamir ettiler. Kale duvarlarını yıkmak için kullanılan kalın bir kütükle büyük bir gedik açtılar ve garnizon kuvvetini kılıçlarla yok ettiler. Arka kapıdan kaçmak için fırsat bulamayan tüm askerler, vatandaşlar, kadınlar ve çocuklar kılıçtan geçirildiler.

Jovian, Nisibis ve Singara’yı boşalttığında ve Amida’nın kuşatmasından yaklaşık 4 yıl sonra yeniden restore ettiğinde, evlerini terk etmeye zorlanan mutsuz kaçaklar Amida’nın çevresinde yeni yapılan binalara yerleştirildiler. Daha sonra bu şehir yükseldi ve Mezopotamya’nın başkenti oldu. Kobad’ın Perslerle olan savaşı boyunca, M.S. 505, Amida gene uzun ve zarar verici bir kuşatmayı çekti. 3 ayın sonunda, tarihçilerin söylediğine göre Kobad’ın 50 bin askeri öldü.

Tamerlane’in (Timur Lenk) yağması, bu olaydan yaklaşık 900 yıl sonra M.S. 1393’de gerçekleşti. Uzun Hasan ve diğer Pers krallarının birbiri ardını izleyen kuşatmaları ve zaptetmeleri Osmanlı Türklerinin ilk sultanı Selim’in M.S. 1515’de burayı feth etmesine kadar sürdü[40][40]. Bununla birlikte yaklaşık 1605 yılında yine Perslilerin yönetimine girdi[41][41]. Bazı tarihçiler Saffavean (Safevi) Hanedanı ile Türkler arasında kanlı savaşlar olduğunu ve Türklerin yendiğini, bazı tarihçilerde Şah Abbas’ın ölümüne kadar süren büyük krallık döneminde Şah Abbas’ın Türkleri yalnız kontrol altında tutmakla kalmayıp aynı zamanda daha önce kaybedilen toprakları geri aldığını yazmışlardır. Azerbaycan, Kürdistan, Bağdat, Musul ve Diyarbakır’dan Hazar Denizi kıyılarına kadar olan yerler sırayla Türklerin hakimiyetinden alınmıştı[42][42].

1614’de, Tavernier bu ülkelerde seyahat ettiği zaman, Diyarbakır’ın hala Perslilerin bir parçası olduğu düşünülüyordu. Tavernier buradaki görüşlerinden şöyle bahseder: İsa peygamberin 62 havarisinin şerefine dış duvara 62 kule inşa edilmiş. Kapıların birinde Konstantin’den bahseden Yunanca Latince yazılmış bir yazıt vardı. Şüphe yok ki bu yazıt imparatorun burayı tamir etmesi ve güzelleştirmesi anısına yazılmış. Tavernier zamanında nüfus şimdiki zamana göre daha fazla hesaplanmış, örneğin yalnız Hıristiyanlar 20 bin olarak hesaplanmış, Niebuhr, 1766’da ikamet edilen ev sayısını yaklaşık 16 bin olarak düşünmüş.

Hıristiyanlara karşı olan düşmanlık yönünden Diyarbakırlı Türkler imparatorluğun diğer kısımlarına göre daha fanatiktiler. Ben buna hiç şahit olmadım ama burada yaşayanlar bu düşünceyi doğruladılar. Konstantinapol, İzmir ve kuzey Asya’da yaşayan Ermenilerin giydiği kalpağa ilk defa burada rastladım. Fakat Halep, Urfa, Mardin, Suriye, Mısır, Musul ve Bağdat’ta bu kalpağın yerini Arap usulü “türban” almış. Burada geçici olarak kalan Türk ve Araplar kendi geleneklerini koruyor. Kadınlar bazen İzmir ve Şam’daki gibi beyaz kumaştan bazen Suriye ve Mısır’da olduğu gibi ekose desenli mavi pamuklu kumaştan bazen de Kahire’deki zengin bayanlar gibi siyah ipekten başörtüsü giyiyorlardı. Hem erkelerin hem kadınların Halep ve Urfa’dakiler gibi -ama buradakilerin oranı daha az- yüzlerinde kızarıklıklar vardı. Buradakilerin oranı her 40 kişiden bir kişiyi geçmez. Diğer kasabalarda olduğu gibi bu, ya havadan ya sudan dolayı meydana geliyor. Tedavi her biri için aynı, etki ise benzer; iyileştikten sonra o bölgede bir iz oluşuyor.

Kasaba etrafındaki gezimizden kapılar daha kapanmadan döndüğümüzde, geceyi Porank köyünün dışında geçirmeye karar verdik ve oradan erken ayrılıp zamanında kervana katılmak için aynı gün Mardin’e ulaşmayı ümit ettik. Yusuf’a veda ettik. Kürt rehberim önce bulunamadı. Tüm yönlere araştırma yapmak için adam gönderdikten sonra keşfettik ki rehberim kendine oldukça borçlu olan Diyarbakırlı bir Türk tarafından alıkoyulmuş ve borcu ödenene kadar gitmesine izin verilmeyecekmiş.

Bu adamın esaretten kurtarılması bana o kadar ümitsiz geldi ki herhangi bir çaba bile sarf etmedim. Fakat beni Mardin’e kadar götürecek, reisler tarafından iyi bilinen beni varlığıyla kendi gibi zorba arkadaşlarından koruyacak yeni bir rehber için her tarafa adam gönderdim. Böyle bir adam çok geçmeden bulundu. Olayın acilliğini anlattıktan sonra 500 kuruş talep etti. Böyle aşırı bir taleple karşılaştığım için rehberi işe almadım.

Hana geri döndüm ve beni bekleyen tüm riskleri göze alarak yolculuğuma yalnız devam etmeye karar verdim. Yusuf ve arkadaşları beni bu fikrimden caydırmaya çalıştılar ama Musul’a ulaşabilmek için Mardin’deki kervanı kaçırmayı göze alamadım. Dış kapıları açması ve atları getirmesi için hancıyı uyandırdık, fakat şehir kapıları da kapalıydı. Rahatsız edildiği için yarı kızgın bir şekilde kapıcı geldi. Bize kızgın alacaklının memnun edilmesi için valinin Kürt ve Suriyeli yoldaşlarının gitmesine izin vermeyeceğini söyledi.

Bu ikilemde yapılacak bir şey yoktu, fakat valinin kendisine başvurmak için oldukça zor bir yol vardı. Bu yüzden paşaya hizmet eden birini bulmamız önerildi. Tüccarın evine döndük ve sonunda atlarımın ve Kürt’ün sabah olmadan önce özgürlüğünü sağlayacak Paşa’nın güvenli adamlarından birini bulduk. Önce her biri için 200 kuruş talep etti. Fakat pazarlıktan sonra 100 kuruşa razı oldu. Türk, 1 saat sonra atlarımı tutan han sahibiyle geri döndü. Atlarımın kervansaraydan Yusuf’un evine gönderilmesini sağladı. Türk’e anlaştığımız gibi 100 kuruş ve fazladan 25 kuruş verdim.

Müslümanların alınmadığı, yalnızca Yusuf’un Hıristiyan arkadaşlarının davet edildiği büyük bir şölen hazırlandı. Yüklü tabaklarla dolu büyük metal bir tepsi etrafında 30 kişi kadar oturduk. Ziyafetin ardından çoğu kendi kabalıklarının göstergesi olan Türkçe şarkılar söylendi[43][43]. Büyük bardakta rakılar kısa bir sürede içildi. Böylece daha yemeğe başlamadan bir çoğu sarhoş olmuştu. Gevşek şarkıları gevşek diyaloglar izledi ve sonra erkekler ve oğlanlar tarafından şehvetli, dans gösterileri yapıldı. Türklere karşı olan kinleri ifadelerinden anlaşılıyordu. Onların esareti kabul edişlerini, ayaklar altında ezildikleri için acı çektiklerini ve yalnızca sarhoş olduklarında intikam almak istemelerini görmek çok acıydı.

Cömert davranışlar ve Hıristiyan yardımseverliği fazla bahsedilmez. Onlar ortaya çıktıkları kötülükler altında parlar. Bununla birlikte bugünün doğu Hıristiyanları, Paşpiskopostu, Persli Chasroes’in varisi ve yeğeni Antasines’in ayıplarından keder duyduğu zaman ona teselli vermemişlerdir.

Bu gece yarısı şöleni sabaha yakın sona erdi ve birçoğu eve gitmek yerine yorgunluktan yerde uyuya kalmışlardı. Müslümanların gücünün hızlı düşüşü ve tüm kafirlerin sonsuz laneti en favori “şerefe” sözleriydi. Lanetleme sözleri hâla kulaklarımda çınlıyordu. Halının üstüne bir saat kadar dinlenmek için uzandım. Burada istemeden tanık olduğum isyan manzaraları, yolculuğa başlamak için beni sabırsızlandırıyordu…”.

* Fırat Üniversitesi, Fen-Edebiyat  Fakültesi, Tarih Bölümü Öğretim Üyesi, ELAZIĞ.

[1][1] Yaşan Önen; “Türkiye Hakkında Seyahatnameler Özel Sayısı Önsözü”, Ankara Üniversitesi DTCF Batı Dil ve Edebiyatları Araştırmaları Dergisi, Türkiye Hakkında Seyahatnameler Özel Sayısı, Cilt:I, Sayı:4, Ankara,1969, s.V.

[2][2] Gülgün Üçel-Aybet; Avrupalı Seyyahların Gözünden Osmanlı Dünyası ve İnsanları (1530-1699), İletişim Yayınları, İstanbul, 2003, s.14-15. Ayrıca bkz. StephaneYerasimos; LesVoyageurs Dans L’Empire Otoman (XIV-XVI), Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara, 1991.

[3][3] Gülgün Üçel-Aybet; Avrupalı Seyyahların Gözünden Osmanlı Dünyası ve İnsanları (1530-1699), s.9.

[4][4] G. Üçel-Aybet; Avrupalı Seyyahların Gözünden Osmanlı Dünyası ve İnsanları (1530-1699), s.15.

[5][5] G. Üçel-Aybet; Avrupalı Seyyahların Gözünden Osmanlı Dünyası ve İnsanları (1530-1699), s.16.

[6][6] G. Üçel-Aybet; Avrupalı Seyyahların Gözünden Osmanlı Dünyası ve İnsanları (1530-1699),s.16.

[7][7] “Mukaddime Maddesi”, İslam Ansiklopedisi, C.I, Milli Eğitim Bakanlığı Yayınları, s.I-XXI.

[8][8] Bernard Lewis; Ortadoğu, İstanbul, 1996, s.1-27.

[9][9] Mustafa ÖZTÜRK; Tarih Felsefesi, Elazığ, 1999, s.57.

[10][10] James Silk Buckingham; TravelsInMesopotamia, London, 1827 ( XVI+571 büyük boy sayfa. Henry Colburn, New Burlington Street. Londra’da yayınlanmış olup, metin içerisinde tablolar, çizimler ve haritalar vardır).

[11][11] Eserin batılı kaynaklarda değerlendirilmesi hakkında ayrıntılı bilgi için bkz. www.bernard j. shaperorare books.com. Ayrıca bkz. www.bibliology.com/home.

[12][12] Ayrıntılı bilgi için bkz. İbrahim Yılmazçelik; “James Silk Buckingham, Travels in Mesopotamia, London, 1827”, Orta-Doğu Araştırmaları Dergisi Ocak 2003, Cilt:I, Sayı:1, Fırat Üniversitesi Orta-Doğu Araştırmaları Merkezi Yayını, Elazığ, 2003, s.293-312.

[13][13] “…Dürüstçe itiraf ederim, görevimi icra ederken iki güçlü düşünce beni daima teşvik etti, birincisi; önceki çalışmalarımda olduğu gibi geneli tarafımdan beğenilmek. İkincisi vazgeçmediğim bir istek insanlık sevgisi ve vatanseverlik bundan dolayı zevkle arz ediyorum ki, insanlık adına bir faydası olacaksa kendimi ödüllendirilmiş sayacağım…”. İbrahim Yılmazçelik; “James Silk Buckingham, TravelsInMesopotamia, London, 1827”, s.294-296.

[14][14] Ayrıntılı bilgi için bkz. İbrahim Yılmazçelik; XIX. Yüzyılın İlk Yarısında Diyarbakır (1790-1840), Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara, 1995, s.176-180.

[15][15] William MitchellRamsay; Impresions of Turkey, London, 1897.

[16][16] Engin Uzmen; “Ondokuzuncu Yüzyılın Sonlarında Türkiye’ye Bir Yabancı Gözüyle Bakış”, Ankara Üniversitesi DTCF Batı Dil ve Edebiyatları Araştırmaları Dergisi, Türkiye Hakkında Seyahatnameler Özel Sayısı, Cilt:I, Sayı:4, Ankara,1969, s.25-48.

[17][17]  Engin Uzmen; “ Ondokuzuncu Yüzyılın Sonlarında Türkiye’ye Bir Yabancı Gözüyle Bakış”, Ankara Üniversitesi DTCF Batı Dil ve Edebiyatları Araştırmaları Dergisi, Türkiye Hakkında Seyahatnameler Özel Sayısı, Cilt:I, Sayı:4, Ankara,1969, s.26-29.

[18][18] E. Uzmen; a.g.m., s.29-30.

[19][19] E. Uzmen; a.g.m., s. 30-34.

[20][20] E. Uzmen; a.g.m., s. 34-38.

[21][21] E. Uzmen; a.g.m., s. 38-40.

[22][22] E. Uzmen; a.g.m., s. 40-42.

[23][23] E. Uzmen; a.g.m., s. 43-45.

[24][24] William Wittman; Travels in Turkey, Asia-Minor, SyriaandAcross in DesertintoEgyptDuringTheYears 1799, 1800 and 1801, London, 1803, (New York, 1971).

[25][25] William Heude; Voyage del la Cote de Malabar a Constantinople, par le GolfePersique, l’Arabie, la Mesopotamie, le Kourdistan et la Turquied’Asie; fait en 1817, Paris, 1920.

[26][26] William Heude; Voyage del la Cote de Malabar a Constantinople, par le GolfePersique, l’Arabie, la Mesopotamie, le Kourdistan et la Turquied’Asie; fait en 1817, Paris, 1920.

[27][27] HeinrichPeterman; Reisen im Orient 1852-1855, Amsterdam, 1865.

[28][28] HeinrichPeterman; Reisen im Orient 1852-1855, Amsterdam, 1865.

[29][29] HeinrichPeterman; Reisen im Orient 1852-1855, Amsterdam, 1865.

[30][30] TravelsInMesopotamia, s. 195-205.

[31][31] Buraya kadar yazarın verdiği bilgilerden de anlaşılacağı üzere, batılıların tipik küçümseme ve ön yargıları söz konusudur. Elbette ki, yazar kendisinden önce bu bölgede yaşayan insanlar hakkında önceden yine ön yargılı olarak yazılmış olan kaynaklarda yer alan bilgilerin de tesiri altındadır.

[32][32] TravelsInMesopotamia, s. 206-226.

[33][33] 1816 tarihinde Diyarbakır’daki hamam sayısı oldukça fazla olup, herhalde yazar sadece kendisinin gördüğü ve kendisine söylenen hamamları kaydetmiştir. Aynı dönemde Diyarbakır’daki hamamlar hakkında ayrıntılı bilgi için bkz. İbrahim Yılmazçelik; XIX. Yüzyılın İlk Yarısında Diyarbakır (1790-1840), Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara, 1995, s.83 ve devamı.

[34][34] Hanlar konusunda verdiği bilgilerde de önemli eksiklikler bulunmaktadır.bkz. İbrahim Yılmazçelik; XIX. Yüzyılın İlk Yarısında Diyarbakır (1790-1840), Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara, 1995, s.89 ve devamı.

[35][35] Bu dönem Diyarbakır’ın ticari durumu hakkında verilen bilgiler eksik olmakla beraber önemlidir.

[36][36] Yazarın, Osmanlı idare sistemi hakkında pek fazla bir bilgiye sahip olmadığı anlaşılmaktadır.

[37][37] Yazarın, Osmanlı askeri sistemi hakkında da  fazla bir bilgiye sahip olmadığı görülüyor.

[38][38] Diyarbakır Kalhanesi kastedilmektedir.

[39][39] Tarih bahsinde verdiği bilgilerin pek çoğu gerek diğer kaynaklardan alınması ve gerekse söylenenleri aynen kaydetmesi dolayısıyla hatalıdır.

[40][40] Yazar Yavuz Sultan Selim’i ilk Osmanlı Padışahı olarak tanıtıyor.Bu yanlıştır.

[41][41] Burada verilen bilgeler de hatalı olup, bu bölge 1515 tarihinden sonra hiçbir zaman İran’ın yönetimine girmemiştir.

[42][42]  Burada verilen bilgiler de tarihi gerçeklerle uyuşmamaktadır.

[43][43] Buradaki ifadeler, Diyarbakır’da yaşayan gayr-i Müslimlerin uzun zaman içerisinde Türk kültüründen çok büyük ölçüde etkilendiklerini açıkça ortaya koymaktadır. Bununla birlikte bu durum yazar tarafından büyük bir hayretle karşılanmıştır.

Bu yazıyı paylaş

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir