Avrupalı Seyyahların Gözüyle Ortadoğu 4.Bölüm
DİYARBAKIR’DAN MARDİN’E SEYAHAT[30][30]
25 Haziran: Rehberim randevu saatinde gelseydi, bu doğu dakikliğinin değerli bir işareti olacaktı, fakat gelmeden önce öğleye gelinmişti ve diğer sebepler hala bizi geciktiriyordu.
Adı Hüseyin olan bu adam, bu çevredeki farkı bağımsız reislere bağlı olan binicilerinin arasındaki en meşhur hırsızlardan biriydi. Bazıları onun beni ya hile ile kendisinin çarpacağını yada kendinin de içinde bulunduğu arkadaşları arasından daha iyi soyulmama neden olacağını önceden söylemelerine rağmen, Hüseyin gezi için benim tarafımdan işe alınmasına yardım edenler vasıtasıyla yollar arsında en güvenlisi olarak seçildi. Düzenleyici, birçoğunun emniyetiydi. Bununla birlikte bunların bulunuşu bizim tüm tedbirleri almamıza yol açıyordu. Tüm paramı kuşağımın içine saklayarak hiçbir malı olamayan fakat Bağdat’a talihin açılması ümidiyle giden Mısırlı bir tüccar olarak yürümem kararlaştırıldı.
Bu tür düzenbazlıklar ülke genelinde yaygın olduğu için[31][31] ve bunları insanlara tavsiye etmenin gerekliliğinden dolayı Manastırdaki patrik bu yönetimi onayladı. Hüseyin, benim kişiliğimi dışarıdan gelen tüm yabancı saldırılarına karşı korumak ve gerekirse bunun için ölmek için tüm kutsal şeylerin üzerine yemin etti ve tüm yolu hainlik yapamayacak kadar şerefli olan arkadaşları arasında gideceğimizi ekledi.
Öğleden sonra yola çıktık ve Bab el-Rum’u geçerek kasabanın batısına doğru ilerledik. Buradan, kasabanın sınırlarını çeviren tüm kale duvarlarının Muhammed’in (Müslümanların) bir eseri olduğu görülebiliyordu.
Bu kapıdan, tepenin dik kısmının üzerinden geniş ve derin bir vadiye indik; yol üstündeki çeşmeden su içtik ve kalenin kısmında, bahçeler ve vahşi fundalıklar arasına kurulmuş olan Alipınar (Fakir Ali) köyünü geride bıraktık. Bu vadinin kuzeyine doğru gittik ve tepeye doğru çıkarak iki saat içinde Zennar vadisi yadaGirdle (Kuşak) vadisi olarak çağrılan bir vadiye geldik. Zengin çimenliği dar bir kemer gibi kuşatan şeklinden dolayı vadinin adı kendine çok uymuştu.
Vadiye inerek çok hoş bir yerde mola verdik ve yeşil çimen bir halının üstünde yüksek ve geniş yapraklı ağaçların altında bir saat kadar uyuduk. Burada Hüseyin’in en iyi arkadaşlarından biri olan Hacı Şerif tarafından ağırlandık. Şerif’in kendi bahçesinde üretilen ve İngiltere’dekilere eş değer çilek ve elmalardan oluşan meyve ve kahve ikram edildi.
Mekke’ye bir yolculuk yapmak için 13 yıldır evinden ayrı olan ve şimdi geri dönen Hintli bir derviş burada bize katıldı. Yol ücretini paylaştıktan sonra tambur eşliğinde hem Arapça hem Hintçe şarkılar söylendi. Bunlardan bazıları hayatlarının yarısını peygamberlerinin şehrine ve Kabe’ye haç yolculuklarını yapmak için harcamışlar.
Hindistan’ın çeşitli yörelerinden gelen bu hacılar, haç yolculuklarına yetişkinlik dönemlerinde, yanlarına sadece para kesesi ve sopalarını alarak başlarlar ve yol boyunca geçimlerini yapılan yardımlarla sağlarlar. Her kasabada uzunca dinlenirler ve yalnızca yaya yolculuk yaparlar. Mekke’den dönüşlerinde ilerlemeleri hala güçtür fakat “Hacı” unvanıyla onurlandırılırlar ve kutsal dervişliğin bir çeşidi olarak saygı görürler ve her nereye giderlerse orada hem tedavi edilirler hem de beslenirler.
Tekrar ata bindikten sonra, Zennar vadisinin kuzey-batısına doğru su, ağaç ve bahçelere sahip bir yolda, ağaç dallarında oynayan küçük kırmızı sincapları seyrederek ilerlemeye başladık. Burası daha önce Türkiye’nin hiçbir yerinde dikkatimi çekmeyen saksağanları ilk gördüğüm yerdi.
Bir saat kadar vadi içinde ilerledik. Kuzeydeki tepeyi aştıktan sonra, Berman vadisi olarak anılan, verimli ve ağaçlıklı, içinde bir çok yeşil mısır tarlaları olan ikinci bir vadiye girdik. Orda Berman ve Awena denilen, her biri yaklaşık 50 aileyi barındıran ve Tamar Ağa denilen bağımsız bir şefe bağlı iki köy vardı.
Berman’daki konaklama arkadaşım Hüseyin’di. Güneş tepenin arkasında tam batarken atlarımızdan indik ve karısı ve çocukları tarafından korkuyla sınırlı bir saygıyla içeri alındık. Terasa, temiz pamuk bir yatak ve yastık serildi. Rehberim, akşamlarını beni ziyaret etmek için harcayan yabancılarla beni yalnız bırakıyordu fakat onlardan hiç biri Arapça konuşmuyordu ve ben Kürt dilini anlamıyordum. Bu yüzden birbirimizle iletişim kuramıyorduk.
Hüseyin, Tamar Ağa’nın davetiyesiyle döndü. Önce zorbalığından çekindiğim için gitmek istemedim ama şiddetle karşı çıkmama rağmen, reisi görmeden köyü geçmenin imkansız olduğunda ısrar edildi ve bu görevi yerine getirmeden ayrılmanın doğru olmayacağını anladım.
Ağa’yı bekledik ve Türkler’in en düşük sınıfına ait biri tarafından – şeref ve rahatlıkla karışık – kabul edildik. Reis, feodalitenin tüm ihtişamıyla silahlı adamları tarafından çevrilmişti ve bunlar reisleriyle konuşma özgürlüklerini kullanmalarına rağmen, hiçbiri onun önünde oturmaya cesaret edemedi.
Rehberim bile benim bir Avrupalı olduğumu bilmediği için, Ağa’ya Mardin deki bir kervanla Bağdat’a giden Halepli bir tüccar olarak tanıtıldım. Diyalogumuz önce çok geneldi fakat sonra yolların tehlikesine ve yolculara bahşedilen avantajlara dönüldü. Bunu, bu yer içindeki yolcuların hediye olarak ödedikleri komisyon izledi. Benim etkisiz sitemlerimden sonra, talep edileni vermeye ve itaatkar olacağıma dair söz vermeye mecbur edildim.
Bu ülkenin insanlarının gerçek ruhlarında, Reis öncelikle bağış olarak keyfi bir yardımı şart koşmuştu ve beni uzun süre ayakta duran bir arkadaşının tüm cömertliği ile ağırladı,ve Ağa’nın evi, kalmak istediğim sürece benim kullanımıma sunuldu. Böyle bir güvenliğin, bana, değerinden daha fazlasına mal olacağından, bu son teklifimi geri çevirme gücüm olduğu için oldukça memnun olmuştum. Bu yüzden rehberimin evine çekildim. Böylece sabah yola koyulabilecektik.
Şafak sökmeden önce en az 1 saat kadar tırmandık ve gece geçtiğimiz bu vadiden, yüzeyi çalılıklarla kaplı olmasına rağmen oldukça dik ve sarp olan kireç kayalıklı tepeye doğru ilerledik, şafak ilk söktüğünde biz bu tepenin zirvesindeydik. Pürüzlü zemin üstünde ilerledikten sonra yine bayır aşağı indik ve güneş yükseldiğinde vadiye ulaşmıştık.
Burada, Gallen adında bir tepenin kenarına, yüzü kuzeye dönük biçimde kurulmuş bir köy vardı. Burada en göze çarpan nesne bir uçurumun kenarına inşa edilmiş ve tüm düzlüğe hakim, kale şeklinde bir evdi. Bu, Hasan ağa denilen ve yalnız küçük bir toprağı yöneten başka bir reisti, fakat daha yeni kurtulduğumuz diğeri gibi, Hac için kendi toprağından güçlü korumaları olmaksızın geçenlerden para almayı asla ihmal etmiyordu. Bu yüzden köyün içinden geçmekten özellikle sakındık ve köylülerin sabah duasından sonra yaptıkları ilk yemek saati olduğu için, bu, fark edilmeden geçmemiz için en uygun zamandı.
Köyden gözlenmeyecek kadar uzaklaştıktan sonra, bir dere kenarında kendimizi yenilemek ve bir parça ekmek yemek için durduk. Burada yıkandık ve dua ettik. Rehberim profesyonel bir hırsız olmasına rağmen görevini ihmal etmedi ve samimi bir yemekten sonra yeşil çimlerin üzerinde bir saat kadar uyuduk, ve tekrar yola koyulmak için bu güzel yerden ayrıldık.
Çalılıklarla kaplı kireç taşlı engebeli tepelerin üzerinde yaklaşık 2 veya 3 saat gittikten sonra, güneş tam tepedeyken veya halkın öğlen duasını yaptıkları bir zamanda küçük bir köye ulaştık. Bu köyde özellikle Kürtler vardı. Köy, nüfusun tümü reçber olan ve kendi ürünlerini ve sürülerini üreterek yaşamlarını sürdüren yaklaşık 200 kişilik 60 aileden oluşuyordu. Köyün ileri gelenlerinden biri tarafından karşılandık ve atlarımıza yiyecek ve içecek, bize de süt verildi.
Bir saat uyuduktan sonra, öğleden sonra saat birde tekrar at bindik ve aynı tepe yatakları üzerinde kuzey-batıya doğru ilerledik. Her yer –bazı ufak ağaçlıkların dışında- kayalıktı. Mardin düzlüğünden ortalama yüksekliği 1000 fitten azdı. Ama bu tepeler arasındaki vadiler bile bu düzlükten en az 500 fit yukardaydılar.
El Asır’da tepelerin bu yataklarının sonuna ulaştık ve kısa bir inişle içinde küçük bir ırmak akan bir vadiye geldik. Bu ırmakta, Suriye’dekilerle aynı cins kaplumbağaları fark ettik Ama buradakiler daha küçük ebatlara sahiptiler. Düzlüğün kendisi, geçtiğimiz bütün vadilerden daha yüksekteydi ama tepenin zirvesinde olmasına rağmen Mardin’den daha alçaktaydı. Girişinden Şükür Tepe adında bir köy gördük.
Yolumuza devam ederken kıvrımlı bir görünüşe sahip büyük bir düzlük gördük. Bizden uzaklığını tam kestiremedik ve orada herhangi bir tepe yoktu. Toprak her yerde bereketli bir şekilde vardı ve ekmek için oldukça verimliydi.
İki saat yürüdükten sonra bu dalgalı düzlüğün ilk girişine geldik ve Ak Tepe adında bir köye vardık. Köyün içinde en fazla 30 aile barınıyordu. Eski harabe binalara arasında hala ayakta kalan bir cami fark ettim. Camide hem Arap hem Türk izlerine rastlamak mümkündü. Minare hala ayakta ve gayet güzeldi ama cami çatısız bir durumdaydı. Köyün kızları atlarımıza su verdiler ve bizim de içmemize izin verdiler. Dua ve iyi dileklerden sonra yola koyulduk.
Tigriş’e (Dicle) vardığımızda güneş batmıştı. Nehir uzaktan dar, ağır ağır akan ve yatağı alçak olarak göründü.
Asur’u saran ve Mezopotamya’ya ismini veren Tigriş ve Euphrates’tir (Fırat). Tigriş kanalı birçok kanaldan su alır ve ayrıca birçok nehir onun sinesine dökülür. Böylece İran Körfezine dökülmeden önce büyük bir nehir olur ve diğer kanallara yayılmaz. Fakat Fırat daha yüksek kanallar boyunca akar ve her iki kısımda da karayla birlikte eşit yüksekliğe sahiptir. Siyah bazaltları ilk gördüğümüz yer burasıydı ve Harran ve Fırat’ın doğu düzlüklerinde bunlar çok yaygındı. Bunlarla birlikte bazalt nehrin kenarında göründü.
Geceyi geçirmek için durduğumuz “Porank” adlı köye vardığımızda henüz karanlık olmamıştı ama Diyarbakır’a kapıdan geçme izni verildiği zamana yetişmek imkansız olduğu için burada konakladık. Ailesinin küçük fertleri atlarımızla ilgilenirken ve yemeğimizi hazırlarken, kendi de terasa bizim için halı ve yastıklar serdi.. Dış görünüşleri gördüğümüz kadarıyla, Arap çehresinden çok farklıydı. Baş ve yüz yapıları daha yuvarlak, gözleri daha siyah ve anlamlıydı. Bu insanların evleri, Suriye ve Mısır’da bulunan ve aynı sınıfa ait köylülere nispeten daha temiz ve düzenliydi. Evdeki mobilya ve eşyaları da onlarınkinden üstündü.
Ev sahibimizden gördüğüm bu konuk sever davranışlar yanı sıra, bizim için ihtiyar bir adam tarafından düzenlenen bir parti ile eğlenirdik. Bu, bir başlık ve fantastik bir elbise giyen ve genç bir kadın görünümünde dağlı bir erkekten ve kaba bir gitar, kamış ve bir davul içeren bir topluluktan oluşuyordu. Bir adam sıra dışı gücünü ve çevikliğini gösteren hareketler yapıyor ve bir oğlan dans ediyordu. Müzik kabaydı ama bu insanların hareketlerine göre ustaca çalınıyordu.
Bu eğlence diğer insanların ilgisini o kadar çok çekti ki, bir saat içinde köyde ki kadın, erkek, çocuk bütün insanlar, en fazla 50 kişi alabilen terasımıza geldiler ve eğlence geç saatlere kadar sürdü.
XI.BÖLÜM
Bir cevap yazın